6.06.2023

1. Kısmet Büfesi 2. Fenomenolojik psikopatoloji: Sonraki yazılar için notlar

1 Gerek bedenlerinde duyduklarını gerekse bedenleri dışında algıladıkları, seçtikleri, yaşadıkları uyaran-etkilerini anlatmaya yatkın olan ve eserlerinde bu iki deneyimi ayrıntılarıyla tarif etmeye yatkın olanlar. Nasıl kişiler? Nasıl yazarlar? 

(Bunu açmak gerekecek. Sonra.)

 

2 Kendisini ilk okuduğum zamanlarda, Bilge Karasu için aşinalığın ve yanılsamaların yazarı diye düşünmüştüm. Bedenlilik, zamansallık, algı fenomenolojisi... bunları bugünkü gibi anlamaya çalışırken bile değil, henüz hiç haberim yokken. Bunu anlatmak için, kendisi gibi üstün olan ama yazışı bakımından karşıtı sayabileceğim bir yazara başvuruyordum. Yaşar Kemal’e. Ayrıntılı ve zengin tasvirler var onda da, bilhassa doğa tasvirleri. Fakat o—ayrıntıları seçmeye, yakalamaya yatkın olsa ve bunu  güzel ve zengin bir söze dökse de—hemen her zaman, anlattığının dışında durup bakan ve—evet, çok “şey” gören, gözleyen, ama—gördüğünün kendi bedenine ne yaptığını, kendi deneyiminin ne olduğunu değil, dışarıdan gördüğünün ayrıntısını anlatan bir yazar.

 

Karasu’nun anlatısında refleksiyon öyle yoğun ki, bazı yerlerde akla şu geliyor: Böylesine hiper-reflektif bir düşünce akışı, acaba, yazan kişinin, yer yer, kendi varolmasını “pre-reflektif”, yalın kendiliğini yaşamada/duymada eksik kalmasıyla ilişkili olabilir mi?

 

Yaşar Kemal ve bu bağlamda anlatısı ona daha yakın olan yazarları, "yere sağlam basanlar" diye ayırıyorum. Dışarıya ve dünyaya bakışlarında, evet, keskin bir görüş var; fakat böyle dışarıda durup bakan kişinin zihninde, hep, sağlam bir “ben ve başka şeyler”, “ben ve başkaları” ayrımı var bana göre.

 

3 Acaba, diyorum, algının fenomenolojisinde,  bedenliliğin herkes için, her zaman merkezî olduğunu bir vakıa olarak mı anlatmalı, yoksa bunun daha ziyade, ortalama/sıradan/tipik denemeyecek kimilerinin yaşantılarında öne çıktığını mı? (Stanghellini ve ekibinin otizmi—ister “şizofrenik otizm” olsun ister genel bir otizm tasviri—disembodied existence üzerinden yorumladıkları iki yazıları var, onları okuyorum şimdi; burada yazdıklarımı biçimlendiren, önceki düşüncelerle birlikte bu iki makale.) 

 

Şöyle de düşünebiliriz: Algının fenomenolojisinde bedenliliğin merkezîliği atipik/sıradışı/norm dışı kişilerin yaşantılarıyla sınırlı değil elbette. Burada, söylediğimizi, Merleau-Ponty’nin sık başvurduğu bir yönteme başvurarak söylüyoruz: Algıyla ilgili bir genelleme yaparken, “normal”i (genellenebilir olanı, çoğunluk için çoğu zaman geçerli olanı) anlamak için “anormal” olana (atipik olana, az rastlanana) başvurmak.

 

4 Bunlarla ilişkili bir yan konu var; ayrıntısını sonra yazmaya çalışacağım. Şimdilik şöyle özetlenebilir:

 

Başlıca çalışma alanlarının biri şizofreni diğeri yaratıcılık olan, doğal olarak, bu ikisinin ilişkisini de çalışan Nancy C. Andreasen'in bugünkü şizofreni tanımındaki etkisini ve negatif belirti kavramının şizofreninin anlaşılmasındaki yanıltıcı etkisini düşünüyorum. Nancy Andreasen, kısa bir süre yanında çalıştığım, daha sonra  yazışarak ve arada bir karşılaşıp fikir alışverişinde bulunarak hoca öğrenci ilişkisini sürdürdüğüm önemli bir bilimci. Onun, yaratıcılığı şizofreni ve türevleriyle ilişkilendirirken otizme ve algılamadaki atipikliğe (kolayca belirti denecek kadar bariz olmayan atipikliğe) hiç değinmemiş olması, şizofreni dediğinin kendisini incelerken, Bleuler’in temel belirti dediği  otizmi hiç dikkate almamış olması dikkate değer. Beyin görüntülemeye dayalı araştırmalarındaki ana değişkenin (şizofreninin) tanımında algı  fenomenolojisinin, bedenlilikteki, varolma duyumundaki farklılıkların yeri olamazdı zaten. Bu kısmı şaşırtıcı değil; o da Kraepelin gibi, dışarıdan gözlemle “belirti“ teşhis eden ve sayıya dökenlerden; standart ve “tekrarlanabilir” olmaya öncelik tanıyan ve yaşantı-anlamaya-dayalı formülasyonu, psikopatolojiyi bu çabaya feda edenlerden.  

 

Dikkate değer olan, Nancy Andreasen ve yöntemi onunki gibi olan çalışmacıların, şizofreni denegeleni yeniden ve daha da standartlaştırarak (ve maalesef yoksullaştırarak) tanımlarken nörolojiden, Hughlings Jackson’dan ilhamla “yaptıkları” negatif belirti tanımının, hekimleri ve davranış bilimcilerini şizofrenik denen yaşantıları anlamaktan daha da uzaklaştırması, empatiye ve mesleki tecrübeye dayalı değerlendirmeyi iyice unutturması. 

Kanımca, negatif belirti denenler, bugünkü şizofreni tanımında reifikasyonun yanıltıcı etkisine en açık olanlar. Andreasen ve şizofreni denen tanıma onun gibi bakanlar, nörolojiden ödünç aldıkları “negatif” sıfatını “o beyin hastalığının” somut belirtisi olarak gördüler, öyle öğrettiler; bu kavram artık bir doğal tür muamelesi görüyor.

 

Böyle, eksikliğe dayalı ama somut ve güvenilir gözleme müsait kabul edilen bir kavram (negatif belirti), Bleuler’in “Şizofreniler Grubu” diye anlattığı rahatsızlıklardaki otizmi anlaşılmaya kapalı kılıyor, örtüyor. O tanımdaki otizm, dışavurana değil deşilirse/açılırsa anlaşılabilen, standartlıkla değil esnek ve aktif dinlemeyle, empatiyle, tecrübeyle anlaşılabilen bir özellik. Şizofrenilerin psikopatolojik/fenomenolojik değerlendirilmesinde asıl işe yarayacak olan da, işte bu, temelde bulunan otizmin ve etkilenimdeki (affect) atipikliğin anlaşılması.

 

Bu dağınıklığı telafi etmek için şunları (kaynaklarını ekleyerek ve açarak) yazacağım. 

 

- Andreasen'in James Joyce üzerine yazdığı makalenin şizofreniye sıkışıp kalmış olması; John Nash'in rahatsızlıklarının tamamının şizofreni diye tanıtılıp kalmış olması

- Stanghellini vd'nin makaleleri

- Bilge Karasu'nın Kısmet Büfesi anlatılarında "seçtiğim" algı fenomenolojisi ve Merleau Ponty çağrışımları

8.01.2023

Çiğ ışıktan önce: Novalis ile Sterne

NOVALİS

Novalis, gündelik/sıradan meseleler (siyaset, sağlık, mühendislik, kadın-erkek ilişkileri gibi şeyler) arasında kimilerinin hakikatin (dolayısıyla şiirin) sınırında, yakınında durduğunu, durabileceğini görmüş. Derin bir kavrayış kadar cesaret de var burada. Mizacı, yaşantısı onu şiire/hakikate doğru çekiştirmiş olsa bile şunu teslim etmekten geri durmamış: Şiir, dünyevi olana da yer açabilir. Kişi gündelik/sıradan olandaki hakikate gözünü çevirirse. 

Olduğu (içinde olduğu) dünya ile mevcut bulunduğu (başkalarıyla paylaştığı, toprağına birlikte bastığı) dünyayı uzlaştırmaya çalışan birinin yorgunluğu var Novalis’in yazdıklarında: Çalışkan dâhi. 

Bunun bana—anladığım kadarıyla—Heidegger’i nasıl olup da hatırlattığını, ancak melez bir cümleyle söyleyebiliyorum. (Almanca bilmeyince, ana dilimde being de olmaynca): Novalis did exist and he had an in-der-Welt-sein.

Ardılı sayılan (sınırı sayıldığı) çiğ ışık, hızlı çalışmayı, sağlam akıl yürütmeyi, vaktin naktin önemini vaaz eden o aydınlık biraz daha erken çöküp tüberkülozunu da temizleseymiş keşke: Otuzunu görememiş ... çocuk.

ÇİG IŞIK

Aydınlık yaymayı görev edinen, kendisine sağlam bir aydınlık atfeden, aslında göz yakan bazı yazılar var, yazışmalar, konuşmalar, fikirler... Toplantılar, konferanslar, çevrim içi serbest kürsüler... Çiğ ışık gibiler. Yüzüne müspet bilim inmiş inançlı insanların iç ferahlığı, gözümü kamaştırıyor. Tatsız bir kamaşma: Kör ediyor, ve insan kendisini, boşlukta sallanan, bir dünyada olamayan tek kişi zannediyor. Ayağı yere basanların karşısında, dışında mevcut vaziyette... duran, ama sendeleyen, olamayan biri zannediyor.   

LAURENCE STERNE

Yıllar önce, Aydınlanma memleketindeki bir toplantıda şunu yazmıştım: Neyse ki yanımda Tristram Shandy vardı. Kendime uygun bir ışık ayarı tutturdum. Şafak ile göz yakan arasında bir yerde.

Laurence Sterne'ün zihnini/lisanını resimli not defterine benzetmiş biri. Tam da güzel teşbih olmuş, yakışmış.
Sonra baktım, evet işte, Novalis'in çağdaşı tabii ki, 18. yüzyılın sonu. Stern'ün ölümü de ince hastalıktan.
Novalis'in Romantik Parçalar'ı (Fragmanlar'ı) ile Stern'ün muzip karalama-resim defteri, ciddiyetle ve disiplinle sürdürdüğü nüktecilik ve parlak uçuşmaları, aklıma başkalarını getirdi. Somut bir ilgi kurmak mümkün olmasa da.

ADOLF WÖLFLİ

Adolf Wölfli, adı Art Brute ya da Outsider art ile özdeşleşmiş olan, o tarzın ilk ismi sayılan “akıl hastası”. Waldau’ya kapatılıp orada ölen Wölfli’yi, yaratıcı şizofreni hastalarına örnek vermişlerdi. Belki hâlâ öyle hatırlanıyor.. Dışarlıklı (outsider) olduğuna kuşku yok, resimlerine de uzun uzun bakıyorum, zevkle. Şizofreni? O işte, yaşam öyküsünün ayrıntısından, klinik muayene bulgularından değil, akıl hastanesine kapatılmış olmasından çıkarsanıyor galiba. Bildiğimiz, tacizci olduğu ve çocukluğunda tacize uğramış olduğu. 

Dışarlıklıların sanatına Avustırya'da Kunst von innen denmesi ilgimi çekti. Art Brute’e ait sayılanlar, genellikle, camiaya ait olmayanlar. Onları alaylı ve niteliksiz gören çok olmuş. Yontulmamış, amatör... Kunst von innen‘deki içten gelen anlamı ilginç değil mi? 

İçeriden gelen resim, İçeriye kapatılmış dışarlıklıdan gelen resim. 

İçten gelen resim, kişinin olduğu dünyasından (Lebenswelt’ten) çıkan gelen resim.. 

SEVİM BURAK

Aklıma gelen öbür kişi, Sahibinin Sesi'nin terzi yazarı. Sevim Burak. Kâğıtları da kumaş gibi kesip kesip, yere yayıp... Birkaç monitörde veya defterde birden yazanlar gibi. Dağınık ve/ama kuşkusuz şiirsel.

MEVCUT OLANA DAİR BİLİM

Sıkıcı, boş, yanlış olanlar çoğunlukta olsa da, emek ürünü bilim yazıları var. Novalis'in deyişiyle "hayata değen" konularda yazılmış olanlara haksızlık etmemek lazım; onları okuyup yazmaya devam. Üstelik yaşam bilimleri, bir süre daha, pahalı, büyülü kalacak; seri üretime geçip hayatın sıradan sıkıcı gerçekleri arasına karışmadan duracak, muhtemelen. Novalis’in dediği gibi, tam sınırda, (at the margin of life).

6.01.2023

Bir anlatı ne zaman biter?

Bilge Karasu anlatılardan çoğu zaman “yazı” diye söz ederdi. Bir keresinde, birinin başından geçmiş çarpıcı, ilginç, tam hatırlamıyorum ama, işte, nakledilmeye değer bir olay konuşulurken, şöyle dedi: “Bunu yazardım işte, öyle şeyleri yazan biri olsaydım.”

Onun öyle şeyler dediğinin farkına başkaları da işaret etmiştir; hatta “hikâye”yi ”öykü”den bununla ayıran bile var.

Mutlak bir ayrım yapılamaz. Gene de, böyle bir nitelik çoğu zaman seçilebiliyor: Olup bitenin, olup bitenlerin anlatıldığı, yalnızca bunların anlatıldığı, dışardan bakmanın emniyetini taşıyan yazılar başka, yazanın—olup biteni nakletmekte olsa bile—kendi yaşantısı çevresinde kurduğu yazılar başka.

Yazanın, yazdığının okunmaya değer olacağı yolundaki hüsnükuruntusu, ikinci türden anlatılarda, daha çok, olaya değil onun kendisine ilişkin imgelerine dayalı. Benim gözümde bir tür iyimserliğe, umuda, beklentiye de işaret ediyor. Hatta, yazı gösterişçi olmadıkça, ne kadar sıradan, ne kadar banal olursa olsun bazen içli olabilen bir ihtiyaca: Bu … hali, bu halimi, ihtiyacımı, ana lisanımdan aldığım hazzı katlayarak iletirsem beni anlayan, okuyup da düşünen olur mu?: Kardeşim var mı?  [Ana lisanı: Sözden çok  ezgiye (afekte , etkilenime) dayalı ya o lisan, işte o sebepten, oksimoron değil bu tamlama.)

Michael Chabon açıkça söylemiş, “yazmak, arkadaş arıyorum ilanına denk,” diye.  (Bunu okumak bile kendisiyle arkadaş olmama yetti. Çok sık ilan veriyor gerçi, üstüne para alarak bir de.)

Anlatı olanı/olayı nakletmekten ibaret değilse şu soruya ne cevap verelim: Bir anlatı ne zaman biter? Son noktayı koyduran olay örgüsünün çözülmesi, serüvenin bitişi olmayacaksa ...

Yukardaki anlamlandırma çabasından yola çıktığımda, aklıma ilk gelen, doygunluk. Yazanın doyması. Kana kana da söylese, yudum yudum da, doyasıya söyler.

Tomris Uyar, hikâye “etmeye” değmeyecek olan ama gene de anlatmak etmek istediği yaşantılarını Gündökümleri ‘ne döktü; onlar onun “hikâyeleri”ydi; öykü etmez diye düşündüğü olaylara ilişkin zihin ürünleri. Fikir beyan ettiği kadar, hissetmiş olduğunu ifade ettiği de oluyordu ama, asıl ayrım, her neyi yazıyorsa o konuda, o duruma ilişkin, konuşma, söz alma hakkını hissetmiş olmasıydı. Bu, yansız kalmaya, yansız kalabilmiş olmaya, ya da en azından öyle olduğunu farz etmekte olduğuna işaret ediyor, kanımca. Bu dökümlerin her biri, Tomris Uyar bitirdiğinde (anlatma işini bitirince) bitmiş olsa gerek; doyduğunda, yatıştığında, kandığında değil. Öyküleri (eserleri) ise mağrur ve “güzel” metinler olarak duruyor; açlığın apaçıklığını güzellikle telafi ettiklerinden, mağrur yazılar. (Son kitabının adı bu yoruma yakışıyor; şimdi fark ettim.)

Açlık deyince: En iyi anlatılarından biri, Otuzların Kadını, annesi üzerine. Ondan daha da güzelinde, Son Sanrı’da, gene annesi var. Hanımefendinin tasvirine bakarak, yazarı aç bırakmışlığının olduğunu tahmin ederim.

O. Henry, çevresine açlıkla muhtaçlıkla değil, dikkatle baktığından olsa gerek, uzun bir süre, her hafta, çarpıcı, şaşırtıcı bir olay bulup çıkarmış, nakledecek ya da uyduracak. Kalemi eline aldığında, bütün hikâye kafasında hazır olurmuş. Son cümleyi yazdıktan sonra değişiklik yapmadığı da biliniyor. İlettiği, onun gözünde, sözünün “güzelliğiyle” değil, gözünün keskinliğiyle hak etmiş anlatılmayı. Hikâyenin yalınlığı çoğu iyi okura zevk verir de, o zevk güzelliğin sunduğu hazdan ziyade, yalınlığı gözetmedeki edebin ve keskin zekânın takdirinden gelir. Söz konusu ettiği zaman dilimleri kısadır; her şey birkaç saat, birkaç gün içinde olup biter. Son cümleyi yazdıktan sonra ne yaptığını bilmiyoruz, ama çoğu hikâyesini, üstünden bir kere bile geçmeden gazeteye yetiştirmiş olsa gerek. Pazar günleri basılan bu yazılarını okumamış bile olabilir.

Cortazar’ın yazdığını bitirdikten sonraki okuma töreninin tam tersi: Düzeltme okuması değil; onların hepsi hepsi bittikten, son noktayı koyduktan sonra arkasına yaslanıp, sigarasını yakıp, kendi sözünü dinlediği (sesini ezgisini tekrar yalayıp yuttuğu) haz töreni. Biri, kim, bilmiyorum, Cortazar okumamış olmayı hiç şeftali yememiş olmaya benzetmişti. Yazar şeftaliyi ilk kendisi yiyordu demek; canı bir sigara çekiyordu.

Bilge Karasu, biriktirirdi, bildiğim kadarıyla; onun yazısının asıl öğesi, birikmiş olanı ayıklamak, budamak, temizlemekti. İlk baskısı 1980’de yapılan Göçmüş Kediler Bahçesi’nde, altmışlarda başlayıp yetmişlerin sonunda bitirmiş olduğu parçalar var. İçeriğin ne kadar zengin olduğunu biz okurlar görüyoruz ama, onun öncelikle, kendi sesine kapılma tehlikesine karşı önlem alması gerekiyordu sanırım; bayağı bir teşhirciliği içtenlik sanıp da—kendi deyişiyle—"insan içine" çıkarmak, onun için felâket olurdu. Üstelik yazıyla arası biraz soğuyacaktı ki, son dokunuşunu, son silişini parmağını kesermiş gibi hissetmeden tamamlayabilsin. Ömrünün ince ince kesmeye yetmediği ama Füsun Akatlı’ya ve Metis’e emanet ettiği yazıların tadına da baktık, ne kadar sıkı olduklarını da gördük; onlar neden bitememişti, artık hiç bilemeyiz.

Sabahattin Ali oyalanmadan bitirip ilerlemiş olsa gerek; romanında aldığı yolu tek tek eserlerin içinde değil, birinden diğerine geçince seçiyorum. İçimizdeki Şeytan’ın Kuyucaklı Yusuf’tan ileride, Kürk Mantolu Madonna’nın ise baş eser olduğunda çoğu kişi anlaşır. (Ben Yusuf’u görür görmez tanımış olsam da “şahsen” çok sevmemiştim; Raif Efendi ise, kibri Yusuf'unkinden aşağı kalmasa da, çoğu kişice, tanınır tanınmaz sevilir. Yazar Madonna’da eriştiği mükemmellikten sonra neyi nasıl yazıp bitirecekti, hiç kestiremiyorum.

Bu yazıyı tekrar tekrar okuyup düzeltmeksizin fırlatmak, içeriğine uygun olacak. Hem de, bunu söyleyince, okur olarak tercih ettiğim türü açık etmemiş olurum.

2.04.2022

Otizm spektrumu 1

Leo Kanner (1894-1981), ABD, Johns Hopkins'te çalıştı. Klinik örüntü tanıma becerisi üstün. 1943'ye yazdığı makalesinde [Kanner L. Autistic disturbances of affective contact. Nervous Child 2, 217-250 (1943)], zihinsel özellikleri ve davranışları akranlarından birkaç bakımdan farklı olan 11 çocuk tarif ediyordu.



Sonradan BBC'nin çektiği bir belgeselde iki özelliği vurguluyor: Derin bir yalnızlık (tekbaşınalık) ve tekdüzeliğin, değişmezliğin sürmesini istemek. 

  

"Otizmin boyutu iki mi üç mü?" tartışması süregeldiğinden, Kanner'deki ikiyi özellikle bildirdim. Bir de, bunları bildirirken kulandığı ifade tam güzel, yerli yerinde; en iyi tariflerden biri. Makalenin bütününde, gene, İngilizce'yi çok iyi kullanıyor. Standart lisanla, kısıtlı terminolojiyle yazmamış.


 

        Bu makalenin ilk cümlesini okuyan, bilimsel makaleye böyle başlanır mı? diye şaşırabilir. James Koplan, konferansında diyor ki, "çığır açan bir makale bu; bugün böyle başlayan makaleleri kabul etmezler ne yazık ki." Doğru. Bir de, makale 33 sayfa.

 

BBC'nin çektiği belgeselde söylediği de söyleyişi de hüzünlü—ya da, işte, bana öyle geliyor: "Derin bir yalnızlık."

İyi bir psikopatoloji tarifi (description) empatiye dayalıdır. Mesela, "yalıtım"la kastedilen "kendini yalıtma" mı yoksa "rahatsızlık duymadan ilişki kurmanın güçlüğü, dolayısıyla seyrekliği" mi; işte bunu anlatabilmek için bir kere, önce ilişki kurmaya çalışmış olmak, bunun için gereken ince ayarla uğraşmış olmak gerek. "Otizmi olan kişiler sosyal ilişkiden kaçınırlar" demek mi doğru, yoksa "duyusal uyaranlara yönelik aşırı hassasiyetin veya tam tersinin—kendisi dışındakine dikkat/ilgi/farkındalık eksikliğinin—sonucu olan bir seçicilik, bir kısıtlanma, sosyal ilişkilerine de yansır" demek mi?

Kanner'in ilk 11 vakası, sonraki çalışmalarda incelenen çocuklara, özellikle Rutter'ınkilere kıyasla yaşça büyük: 4-11 yaş arasındalar. Demek, otizmin özgün tanımında "belirtiler 3 yaştan önce ortaya çıkmış olacak" koşulu yok. Resmi tanımlara ilk defa DSM-III'le, 1980'de giren otizm, 1994'te DSM-IV'te yeniden yazılırken böyle bir şart koşuldu. Belirtinin belirme zamanının mesela tifodaki gibi kuşkuya yer bırakmayacak biçimde anlaşılacağına, üstelik bu tespitin kültürden bağımsız bir güvenilirliği olduğuna inançları tamdı. Hüsnü kuruntu: Otizm de, şizofreni gibi, heterojen bir belirtiler kümesini kapsama hedefiyle oluşturulmuş bir kavramdan ibaret. Özellikle belirti şiddeti bakımından, nicel olarak. Hafif vaka geç tezahür eder; geç fark edilir. Kimi kültürde tekdüzelik eğilimi, tekrara yatkınlık ve ihtiyaç hemen göze batar mesela. Tekbaşınalığın hastalık sayıldığı da olur, tuhaf kaçtığı da, saygı gördüğü de. Kiminin yalnızlığında talep vardır, kimininki tekbaşınalıktan ibarettir. Gelişimsel tanıların bir özelliği, “kimlik” ile “belirti” arasındaki ayrımın güç olması. Otizmin sosyal/politik bağlamda daha çok tartışılır olmasında—farkındalığın yaygınlaşmasının yanı sıra—bunun rolü var. “Nöroçeşitlilik (neurodiversity) mi hastalık mı?” sorusuna katı bir taraftarlıkla cevap vermek imkansız; çünkü sorunun bağlamına göre bazen “farklılık, atipiklik, özel ihtiyaçlar, sosyal haklar ve aktivizm” öne çıkar, bazen tedavi/destek yöntemleri.

“Beyin hastalığı" bakışını fazlaca benimsemiş durumda olan ana akım psikiyatri, bilhassa buna samimiyetle inanç duyan ABD psikiyatrisi uzun süre boyunca dedi ki, "otizm denen beyin hastalığı gelişimsel bir bozukluk olup belirtileri 3 yaştan sonra ortaya çıkmış olanlara başka tanılar koymak gerekir". Şöyle sandıklarından: 'Bu hastalıklar somut antitelerdir, biyolojinin kendince keskin kurallarına tabidirler, birilerinin başına gelirler, o başa gelenin aslında hangisi olduğunu anlamak için dikkatli ve standart muayeneler yapmalıyız.'

Meslekler, zanaatler "görünenin ardındaki"ne ilişkin büyük sorularla uğraşmak zorunda değil ama, hekimlik, bilhassa psikiyatri, görünenin hemen ardında doku ya da molekül olduğu yanılgısına dayalı olarak icra edilmemeli. İlk göze çarpanın, en kolay seçilenin, mesela tuhaf davranış gibi belirtilerin ardında dahi birçok tutum, davranış, beceri, niyet, kasıt, yeti-beceri farkları vs var. Söylenenin ardında, gene, çeşit çeşit anlam var.  Metafizikten, ontolojiden söz ediyor değilim: "Yalnızlık çekiyorum" sözünün hemen ardındakini "görmek" için teknolojik donanıma gerek yok: "Nasıl yani?" desem yeter. "Yalnızlıkla neyi kastediyorsunuz?", "başkaları ne diyor?"... Kolay. İyi hekimliğin tanı yöntemleri, yani örüntü tanımaya yönelik bilgi-beceri-tutum. Kohut’un bir muayene gereci olarak gördüğü empati, zaten bu yöntemin bir bileşeni.

Kanner'in makalesini okumak bile yeter aslında, şunu anlamaya: Otizm spektrumu denen özellik/belirti kümelerinin farkına ne zaman varılacağı, bakana, baktığı kültüre, bakılanın niteliği gibi niceliğine de göre değişir.  İyi bakmazsak bu kişilerde zeka geriliği ya da şizofreni var sanırız. Kanner de yanılgıya en çok bu iki tanıyla düşüldüğünü söylüyor; diyor ki, "bu çocuklara yanlışlıkla en çok koyduğumuz tanılar, akıl zaafiyeti ile şizofrenidir."


 

İlk on bir çocuktan üçü konuşmuyormuş. Ya hiç ya da beşten az kelimeyle. 1956'daki makalesinde Eisenberg'le birlikte, bir düzeltme yapıyor: Lisan kusuru merkezi bir özellik sayılmamalı, diye. Ana babadan çok ayrıntılı anamnez almış; EEG'leri fizik muayeneleri var.

Otizm sözünü Bleuler'den, onu şizofreni tanımından almış. Almasaymış, belki daha az yanlış anlaşılırmış. Neden? Çünkü sonra şizofreni, otizm, çocukluk çağı şizofrenisi, erişkinlikte otizm ve bütün bunların hafif formları birbirine karıştı hep.

Devam edeceğim. Eugen Bleuler, gene. Ama sonra, yenilerle: Hans AspergerMichael RutterLorna Wing

Özet, çerçeve şöyle: 




 


 

18.03.2022

“Şizofreni zihin bölünmesi değildir” ezberimiz: Yeniden düşünmeye değer.

Ders kitaplarında tekrar tekrar altı çizilen bu ifade sağlam bir gerekçeye mi dayalı yoksa sığ bir hastalık modelinin Şizofreni ile Çoğul Kişiliğin birbiriyle karıştırılmasına engel olma telaşından mı ibaret?

 

Şunlara bakmak işe yarayacak: Bölünme/Gevşeme/Çözülme ile Disosiyasyon kavramları gerçekten apayrı psikopatoloji boyutları mıdır? Bunları kurama kazandıran hekim-bilimcilerin yöntemlerinde nasıl benzerlikler ve ayrımlar vardı? 

 

Bu sorulara cevap verneye çalışırken, kuramı oluşturanların çalışma yöntemlerine, içinde bulundukları tıp-bilim kültürüne, epistemolojilerinin ayrıntısına bakmak gerek.

 

Bleuler 1898'de Burghölzli'nin başına geldiğinde, iki genç meslektaşının, Carl Gustav Jung ile Franz Riklin’in ilginç bir test uyguladıklarını gördü. “Kelime ilişkileri” dedikleri bu test, hastaların kendilerine söylenen kelimelerin ardından akıllarına ilk geleni söylemelerine dayalıydı. Cevapların içeriğine, soru cevap aralığına, tekrarlama eğilimine vb özelliklere bakarak bilinçdışı dürtüler, kişiler arası ilişkiler, bilişsel yetiler gibi işlevleri ve özellikleri araştırıyorlardı. Test Bleuler’in ilgisini çekti, “bunu sağlıklı kişilere de uygulayın," dedi. 

 

Yirminci yüzyılın başında Avrupa’da psikiyatri nöroloji ayrımı yerleşmiş değildi. Duygu-düşünce-davranış (DDD) belirtilerini açıklama girişimlerinde psikopatolojik varsayım ve formülasyonlar eksik değildi, ama çoğu kuramın indirgeme hedefinde nörofizyolojik değişkenler psikanalitik kavramlara ağır basıyordu. Nihai hedef çoğu araştırmacı hekim için hastalıkların nöral substratı idi. Yani akıl/ruh hastalıklarına ilişkin sorular sözgelişi inmeye ilişkin olanlardan farksızdı: “Lezyon nerede?” Bu kadarını aşırı bulanlar, frenolojiyle bir görenler için bile, en azından şu: “Nöral mekanizma nedir?” 

 

Kelime ilişkileri testinin bulgularını Jung bilinçdışı kuramı bağlamında yorumladı, Bleuler tıp ve nöropsikoloji bakışıyla. İlk bakışta hayli keskin bir ayrım olabilir bu. Kuramlarının içeriğinin gitgide farklılaştığı da doğru. Ne var ki, bu yol ayrımı epistemolojilerinde temel bir ortaklığın kalmasına engel olmadı. Her iki kuramda da öncelikli olan hastalar ile sağlıklılar arasında mutlak (kategorik) bir ayrım yapmak değildi; hasta denenler ile sağlıklıların kesintisiz (sürekli) bir çizgi (continuum) üzerinde yer aldığını gözlemişlerdi. 

 

Bleuler, meslek hayatı boyunca değilse de zaman içinde hasta-sağlıklı karşıtlığından, keskin ayrımlardan uzaklaşmayı başarmıştır. Kraepelin ile aralarındaki temel ayrım, gözlemini normal-anormal ayrımından bağımsız kalarak anlamlandırmaya çalışmasıdır. Bunun asıl çıkış noktası etik değil epistemolojikti, kanımca. Yani yöntemi ve kuramında asıl gözettiği iyilik ve erdem değil gerekçelendirilebilirlik idi. Yönteme ilişkin düşüncesinin çağdaşlarının çoğuna kıyasla daha eleştirel ve kapsayıcı olduğunu düşünüyorum. Emekliliğinden beş yıl önce, 61 yaşındayken yazdığı ve daha az tanınan bir eseri var: Das Autistisch-undisziplinierte Denken in der Medizin und seine Überwindung (Berlin, Springer; 1919). Tıpta “otistik ve disiplinsiz” düşüncenin, dolayısıyla isabetsiz klinik kararların yaygınlaştığından yakınmış ve çözüm önerilerini yazmış. Bildiğim kadarıyla “otistik düşünce” ifadesini daha önce psikopatoloji dışında kullanmıyor. Deneyimi arttıkça, otizm dediği psikopatoloji boyutunun katı düşünce eğilimiyle ve kendini eleştirmekten uzak kalışla ilişkisini fark etmiş olsa gerek. Dahası, “otistik düşünce”nin hastalığa özgü olmadığını, inanma ve aidiyet ihtiyacının herkeste—kendi öznel yaşantısına ve/veya döneme, kültürel iklime bağlı olarak—eleştirelliğe ket vurabileceğini görmüş. Doğrudan yönteme ilişkin eleştirel bir eser bu. Çağdaşlarında az rastlanan bir tutuma işaret ediyor: Mutlak inanç ile kolaycı şüphecilik arasında bir denge tutturmaya çalışmak ve bu çabayı sürekli etkin tutma disiplini: Apologetic olabilmek.  

 

İşte Kraepelin’den farkı en çok bu tutumda açığa çıkıyor. Bleuler, yönteminden yeterince şüphe duyabilecek bir açıklığa, serbest düşünceye yatkın. Mutlak olması mümkün olmayan bilimlerle uğraşanlar için vazgeçilmez bir bakış açısı bu. Duygu-düşünce-davranış özelliklerini/belirtilerini anlamaya açıklamaya çalışırken ulaşacağımızın olsa olsa “çoğu zaman, çoğu örnekte, for the most part” doğru olanla sınırlı kalacağının kabulü; belirsizliğe tahammül.

 

Kraepelin, yanıldığı hususlar olduğunu kabul edecek olgunluktan, disiplinden tamamen yoksun değildi elbet. Ne var ki, kariyerinin bütününe baktığımızda tümel olanın peşinden koşmayı, DDD özelliklerini/belirtilerini saf doğal antitelere indirgeme hedefini hiç bırakmadığını görüyoruz. 

 

Bleuler’in gözlemlerinin zenginliğinde hastalarıyla uzun süre vakit geçirmesinin payı büyüktü. Kelime ilişkileri testini merak ettiğinde yaptığı da böyleydi. “Veriyi” istemekle yetinmedi, uygulanışını izledi.

 

Bleuler’in öncelikli işi bilim değil hekimlik (ars, meslek, zanaat) idi. Bilime, sistematik gözleme değer vermiyor değildi. Sistematik gözlem doğrultusunda hem yazıyor hem kuram geliştiriyor, ancak yönteminin doğa bilimlerindeki ile bir olamayacağını biliyordu. Duygu-düşünce-davranış ile ilgili olarak doğal/mutlak olan gerçekleri (vakıaları, fact olanları) hedefleyenlerin dahi yollarını psikopatolojiden geçirmek zorunda olduğunun farkındaydı. Bu alanda çalışırken yansız, “dışarıdan”, kayıtsız (disinterested) bir bakış eksik kalacaktı. Gene bir benzetme ile söyleyeyim: Fenomenolojinin 20. yüzyıldaki başlıca temsilcilerine yetişebilseydi, bu anlayışın psikopatolojideki izdüşümünü göz ardı etmezdi.

 

Kraepelin’in gerçeğe, vakıa olana ulaşma çabasında ise, empati, öznellik, öznellikler-arasılık öncelikli olmazdı muhtemelen. Onun “klinik seyir” anlayışı fenomenolojideki zamansallığı (temporality) içermiyor; doğal bir varolanın (antitenin) zaman içindeki değişimine bakıyor sadece. “Bilişsel yıkım” dediği, mesela, evrensel bir gerçek olma iddiasını taşıyor; mesela yaşlanmanın bileşenlerine daha çok benziyor. Belli bir kişinin yaşantısına, o kişiye ve yalnızca o kişiye özgü (unique) olanla ilgili değil pek. "Tanı kartlarının hepsini doldurmaya benim vaktim yetmez," diyesiymiş; yedi yüzden fazla—üstelik eksik verisi olan—kartı içine düşerek uzun uzun incelediği halde. (Önce eksik veriyi tamamlasaymış, diyorum okurken; ya da ağabeyiyle botaniğe devam etseymiş. O da olmadı, Wundt'la, deneysel psikolojiyle. Tam bilemeyiz tabii; bu yorumumda hata veya eksiklik olabileceğini kabul ederim.) 

Bleuler'in psikanalitik yönteme değer verişinde Jung'unkinden farklı bir amaç daha etkili oldu, anladığım kadarıyla. Bilinçdışı kavramının işe yaradığına aklı yatıyordu yatmasına; İsviçreli Freud okurları derneğini kurup başkanlığını yürütecek kadar üstelik; ne var ki, kelime testinin ona ilginç gelmesinin tek nedeni psikanalitik yönteme ilgi duyması ve değer vermesi değildi; bu testin bilinç alanındaki ruhsal işleyişi kavramada da ek bir olanak sunabileceğini düşünüyordu. Yani kurulan ilişkilerden, "serbest çağrışımlardan" yola çıkarak kendi psikopatoloji kuramına malzeme topluyordu. Muhtemelen, öznelliği yok saymaksızın denetleme disiplinine uygun, ayrıntlı/ayrıntıcı, kısacası kendi ölçütlerine göre tatminkar olan bir hasta görüşmesi olanağını ancak psikanalitik görüşmelerde buluyordu da ondan. Nitekim onun “asosiyasyon” kavramı düşüncedeki çağrışımlardan ziyade bağlantıya, bağa karşılık gelir: Afekt ya da düşünce yüklü komplekslerin birbirleriyle, iradeyle ve davranışla bağları. Kelime seçiminde fazla titizlik etmemiş; mesela spaltung (splitting) ile disosiyasyonun nüanslarını açıklamaya başlayıncaya kadar bu ikisini birbirlerinin yerine kullandığı olmuş. “Afekt yüklü düşünce”, “afekt ya da düşünce yüklü kompleks” gibi yakın—ve müphem olabilen—ifadeleri tam açıklamaksızın kullanmış. Ne var ki, bunu sadece özensizlik olarak görmek haksızlık olur. Unutmamalıyız ki, yoğun ve uzun gözlemle topladığı zengin klinik malzemeyi kullanarak sağlam bir psikopatoloji kuramı geliştiriyordu.

Bugün çağrışımlarda gevşemeden anlaşılan düşünce akışı bozuklukları, Bleuler için pek önemli değildi, ama bu yanlış bilgi maalesef yaygınlaştı. Lockerung (gevşeme, çözülme) ile işaret ettiği, davranışın asıl belirleyicisi olan bağlantıların (asosiyasyonlar), afekt, düşünce ve iradenin birbirleriyle ve/veya davranışla bağlantılarının sekteye uğraması idi: Gevşeme veya kopma (disosiyasyon, çözülme, spaltung, splitting). Bunun davranıştaki yansıması da, ambitandans. Daha uzun vadede ise, davranışa bakılırsa, farklı birine dönüşmüş gibi olmak: "Başka biri gibi"! 

 

Bleuler'de loosening of associations var, ama bu, çözülmeye işaret eden, psikopatolojik bir kavram; çağrışımlarda gevşeme gibi “dışarıdan” kolayca seçilen bir bulgu değil. O, bir çeviri hatasının ürünü. Almancadan İngilizceye çevrilirken, kitabın "Train of thoughts; splitting" alt başlığı "Train of thought-splitting" gibi çevrilmiş; yanlış bilinmesinin bir nedeni bu. Bir de, ABD'de Kraepelin'e öykünen psikiyatristlerin “şizofreni biyolojiktir” beyanını düzeltmeye çalışan, hasta görüşmesi yapmayı bilen, mesela şizofreni tanımında—Nancy Andreasen gibi—“negatif” dedikleri belirtilere öncelik tanıyan veya—William Carpenter gibi—“eksiklik, deficit” diye bir alt tür tanımlayan psikiyatristlerin bile Bleuler'in kuramının bir kısmını yeterince dikkate almamış olmaları. Yazdılar işte, “aslolan psikoz değildir” diye; ama "loosening of associations"ı düzeltmediler, bir formel düşünce bozukluğu olarak tanıttılar.

 

Disosiyasyon ile psikozun ilişkisi: “Başka birisi gibi olmak”

 

Gevşeme veya kopmanın (disosiyasyon, çözülme, spaltung, splitting) davranıştaki yansımasından,   söz etmiştim. Burada ambitanndansın yanı sıra bir de davranıştaki dönüşme var. Farklı birine dönüşme!

 

Bleuler'in Şizofreniler Grubu, kuramındaki kopuş, çözülme gibi özelliklerin merkezi önemini düşünürsek, aslında tabii ki bugünkü disosiyatif bozukluklardan tamanen ayrı değil. “Ruhsal bağlantıların çözülmesi”, diyor; “başka biri gibi olmak” diyor; “travma ve genel olarak yaşantı önemlidir,” diyor...

 

Asistanken, gençliğin verdiği cüretle, dosyalardaki “Disosiyatif Sendrom” tanısına burun kıvırırdık, mecburen yazardık. Oysa uyduruk değildi o; Bleuler’in izini taşıyordu. 

 

Şimdi asıl yöntemi fenomenoloji olmasa da belirti/bulgu ile yaşantı ayrımını dikkate alan bir grup daha var. En iyi bilinen temsilcileri, Jim van Os ve Robin Murray, ampirik araştırmalarını sağlam yöntemlerle—ve fiziğe doğru uzanan mutlak bir indirgeme hevesinden elbet uzak durarak—yürütüyorlar; şizofreni tanımının geçerliğine yönelik eleştirileri ve bu konuda—olabildiğince—açık sözlü oluşları takdire şayan. Birincil psikozların travma ile ilişkisine yeniden dikkat çeken çağdaşlar arasında da bu yazarlar var. Psikozun travmatik yaşantılarla ilişkisini destekleyen pek çok güvenilir bulgu birikmiş durumda.

 

Böyle özgürce eleştiri yapabilmek için fon bulma derdinden, dolayısıyla ana akımdan, kurumun şapkasından kurtulmak gerekiyor. Ya cesaret ya vazgeçiş. 

 

Bakış açısı Bleuler'e, fenomenolojiye yakın olanların, sayısal modeller oluştururken bile kayıtsız nesnel gözlemden başlamanın yeterli olmayacağını bilenlerin işi kolay değil: Kurumun içinde veri toplarken ana akımla asgari bir müşterekte birleşmek zorundalar. Ama bu ayrı bir tartışma konusu artık: Bilim-kapital ilişkisi, üniversitenin teknolojiyle ekonomiyle hızla sınavı. Ayrıntısı şimdilik beni aşıyor. Okudukça, anlarsam eğer, yazarım.


"Şizofreni zihin bölünmesi değildir" ezberimizi gözden geçirme önerim, ikisini de geçerli antiteler olarak ele alıp bir tutalım anlamına gelmiyor.


İkisinin de güvenilirlik ve geçerlik bakımından zayıf olduğunu kabullenelim ki birincil psikozların travmatik yaşantılarla ve disosiyasyonla ilişkisini serbestçe, nitel çalışmalara yer açarak, daha güvenilir yöntemlerle araştırmak mümkün olsun.  

25.02.2022

Bilimsel Devrimlerin Yapısı'nın 60. yılında fenomenolojik psikiyatriler

Bilimsel Devrimlerin Yapısı (Kuhn, 1962)


Kuhn’un 1962 tarihli ünlü monografındaki çıkış noktası doğa bilimleri idi. Bilimsel Devrimlerin Yapısı (BDY) başlıklı bu eserde tanımladığı kavramlar [paradigma, numunelik (exemplar), normal bilim, bunalım (crisis), aykırılık/anormallik (anomaly), sıçrama (leap), oranlanamazlık (incommensurability), nesnel ve ampirik olana seçenek olarak sezgiye ve öznelliğe izin veren  akıl yürütme)], fizik ve kimyadaki gelişmelerin yorumuna yöneliktir. Buna rağmen, BDY’nin sosyal ve beşeri bilim çevrelerinde gördüğü ilgi ve etkisi daha büyük oldu.


Kuhn akademideki ilk alanı olan fizikte doktora yaparken şu hükme varmıştı: Doğa bilimlerinin herhangi bir dönemde doğru, bilimsel, ya da daha az kusurlu, kısacası hakikate daha yakın saydıkları son (en yeni) kuramın eski olandan farkı, aslında bu niteliklerin hiçbiri değildir. Madde kadar temel kavramlara bile, ancak bir tanım ve tanımın içinde yer aldığı sistematik üzerinden ulaşılabilir. Bu hükmünü BDY’de ve sonraki makalelerde en çok fizikten kimyadan örneklerle anlatır. Özetlemek için, saptamalarını ilk verdiği örneklerden birine, astronomiye uygulayalım:


Gök cisimlerinin hareketlerini açıklamada Kopernik’in kuramı Ptolemy’nin kuramından daha gelişkin kabul ediliyorsa, bunun nedeni Kopernik’in Ptolemy’nin kuramını öğrenip hatalarını düzeltmiş olması değildir; Ptolemy’nin akıl ettiği ya da ondan da önce sorulmuş olan sorular arasından onun cevaplandıramadıklarına cevap bulmuş olması ya da onun kuramının bazı kusurlarını düzeltmiş olması da değildir. Çünkü aralarında, soruların sabit kaldığı bir süreklilik yoktur. Dünya merkezli kuramın terk edilme nedeni, soruların değişmesi ve yenilerinin bu kuramla cevap bulunamayacak sorular olmasıdır. Soruların değişmesigök cisimlerinin yörüngeleri ya da birbirlerini çekme güçleri ile hiç ilgisi olmayan—birçok nedene bağlıdır. Yeni paradigmanın soruları dünya merkezli kuramın olanaklarıyla verilmiş olan cevaplardan türemiş değildir. Yani önceki cevaplar sayesinde ortaya çıkan, onları mantıken izleyen mutlak bir bilinmeyene işaret etmezler. Belli bir dönemin kültürü (inançları, hakikat anlayışı, değer seçimleri vb.) ile biçimlenen, tanımlanan kavramlar, gene o döneme ait bilimsel yöntemler ve gereçler ile açıklanmaya çalışılır. Yeni sorulara cevap aramak, aslında, numuneliklere benzemeyen gözlemleri, yani aykırılıkları, anormallikleri (norma, geçerli paradigmanın kapsayıcı yasalarına uygun olmayanları) açıklamaya çalışmaktır. Bu sürece “bulmaca çözmek” dememiz doğru olur; tatminkâr   açıklamaların bulunamaması, paradigmadaki (yani, geçerli kuramlar, inançlar ve değer seçimleri, yöntemler gereçler ve kuramı geçerleyen numunelikler bütünündeki) kusurlara değil, bilimcinin araştırmada yaptığı hataya ya da aklının yetmeyişine yorulur. Saygın bilimcileri ve okulları bile pes ettiren bulmacalar biriktikçe, paradigmanın bunalımı başlar. Yerini bıraktığı yeni paradigmanın tanımları ve soruları başkadır. Bize apaçık gelen “yerküre” gibi temel bir kavrama bile, ancak belli bir tanım ve o tanımı içeren bir sistematik üzerinden ulaşılır. Ptolemy’nin “yerküre”si evrenin merkezindeydi, hareket etmiyordu, Kopernik’in kuramındaki yerküre hareketliydi. Kopernik’in kuramıyla gök cisimlerinin hareketlerini daha az hatayla tahmin etmek mümkün olduğundan, dünya merkezli paradigmadan kopuşa sıçrama diyoruz, fakat “sıçrama”da aslolan bir ilerleme vurgusu, gerçeğe daha da yaklaşmış olma iması değil. Nitekim, ilginçtir, hatasızlık bakımından karşılaştırıldıklarında, aslında Kepler’in güneş merkezli astronomiyi benimseyerek yaptığı önemli düzeltmelerden önce Ptolemy’nin paradigmasının bütünü Kopernik’inkinden daha az hata içeriyordu. Bu ikisinin çağları arasında paradigmanın değişmesi, ilerleme değildir; sadece ... paradigma değişimidir. Güneş merkezli astronominin dünya merkezli astronominin iyisi, gelişkini olduğunu söyleyemeyiz; çünkü bu iki kuram, evet aynı konuyla ilgili olan, ama farklı sorulara cevap arayan kuramlardır, yani farklı paradigmalardır; birbirleriyle karşılaştırılmaları olanaksızdır. Matematikten bir analojiye başvurarak söyleyelim: Bilimsellik derecelerini sayıya dökerek karşılaştırmak istesek, ikisinin birden rasyonel sayılarla ifade edilebildiği ortak bir ölçüm birimi bulamayız. İşte bu duruma—rasyonel olmayan sayıların, yani ifadesi tam sayıların oranlarıyla (kesirlerle) mümkün olmayan çoklukların özelliği olarak kullanılan ifadeden ilhamla—oranlanamazlık (incommensurability) diyoruz. Biri rasyonel diğeri irrasyonel olan sayılarla (diyelim 1 ile √2) yaptığımız bütün aritmetik işlemlerin sonucu irrasyonel sayılardır, irrasyoneldir. Kopernik kuramının gerçeğe (fact,  vakıa) daha yakın görünmesi, bugünden geriye baktığımızda kapıldığımız bir yanılsamadır. Çünkü bilimle tanıştığımız derslerde fizik bilgisi ve kuramları (yürürlükteki paradigmalar) bize yasalar olarak tanıtıldı; doğrulanmalarına en elverişli olan, ama doğada olup biteni tam temsil etmeyen örnekler verildi; ders kitaplarının bilim anlayışı ile yetiştirildik. Oysa fen kitaplarındaki örnekler, öğrencilerin ilk defa karşılaştıkları kuramları tasavvur edebilmeleri amacıyla, geçerli paradigmayı doğrulayıp öncekilerin “hatalarına” işaret eden örneklerdir; bu da, eski ile yeninin aynı tanımlarla oluşan sorulara cevap aramış olduğu, birinin hatasının diğerinde düzeltildiği yanılgısını yaratır.

 

Kuhn BDY’ye ek sayılan 1973 tarihli makalesinde (postscript), eleştirileri dikkate alarak yaptığı düzeltmelere yer vermiş ve bilimselliğin beş boyutunu tanımlamıştır: Hatasızlık, Tutarlılık, Kapsam, Basitlik, Üretkenlik.


“Paradigma”nın tanımındaki bir özellik de, eğitimleri, bilim anlayışları, çalışma yöntemleri benzer olan bilim topluluklarının üyelerince benimsenmiş olmasıdır. Kuhn’un “normal bilim” ifadesi buna işaret eder. BDY’nin sosyal ve beşeri bilimlerde daha çok ilgi görmüş olması şaşırtıcı değil: Altmışlar fizikte farklı paradigmaları benimsemiş olan ama güçleri birbirininkine yakın bilimsel toplulukların eşzamanlı olarak mevcut olduğu bir dönem sayılmaz. Oysa beşeri bilimlerde, toplumsal özellikler ve değer seçimleri, ilgilenilen fenomenlerin kavramsallaştırılma biçimine daha yakın bir yerde durur; öznelliğin etkisi paradigmaya daha dolaysızca, daha kolayca sızar. Pekiyi, beşeri bilimlerde eşzamanlı olarak mevcut olmasına daha alışkın olduğumuz, değer seçimlerinden bağımsız olmadıkları daha iyi bilinen tanım sistemleri, paradigmalar, ekoller (okullar)—Kuhn'un zaten asıl odağı olan—doğa bilimlerinde de yok mudur? Bilime de dayalı olarak işleyen meslekler hem doğal hem beşeri bilimlerle ilişkide ise, bu onlar için ne anlama gelir? Hekimlikte mesela.

 

Psikiyatride fenomenolojinin yükselişi kuramdaki yoksullaşmaya bir çare gibi görünüyor; güzel. Soru şu: Bunu bilimsel ilerleme olarak mı görmeli yoksa tıkanmanın ardından gelen bir devrim mi? 

 

Fenomenolojinin tanımı çeşitli. Gitgide çeşitlendi. Bunun öncelikli nedeni, yirminci yüzyılın fenomenolojiyi biçimlendiren belli başlı filozoflarının kendi aralarındaki farklılaşmalardır. Başta Husserl ile öncüleri, ardından Heidegger, ona şerh koyanlar, onlara şerh koyanlara şerh koyanlar… Evet, fenomenoloji zaten karmaşıklığıyla biliniyor; kavranması uzun emek gerektiriyor, hatta belki hiç “tam” olmuyor. Zorlu çalışma, kafa karışıklığı, filozofların birbirine “tercüme edilmesi”, zar zor yakalanan bir “aydınlanma”, sonra yeni bir çelişkiyle başa dönüp okuma…


Bununla birlikte, bugün fenomenoloji ve fenomenolojik yöntem denenlerin çok-anlamlı ve müphem olmasında başka bir gelişmenin daha büyük rolü var, kanımca: Doğrudan felsefe çalışması olmayan pek çok bilimin, disiplinin, zanaatın/mesleğin (ars), sanat yorumunun fenomenolojik yöntemlere daha sık başvurur olması. Fenomenolojilerin—açımlanmadıkça, birbirlerindeki neyin neye karşılık geldiği titizlikle incelenmedikçe zaten müphem kalan—özgün kavramlarının ve yöntemlerinin bilime, zanaata/mesleğe uygulamasındaki (applied penomenology) serbestlik. Kimilerinin aşikar veya nispeten kolay anlaşılan bağları var belki. Sanattaki, mimarideki izdüşümü üzerinde fikir yürütecek donanımım yok. Davranış bilimlerinde ve psikiyatride fenomenolojinin yükselişi ise, bilimsel bir ilerlemeden, yeni bir aydınlanmadan ziyade bir hatırlama, bir geri dönüş, “yeniden keşfetme”: Psikiyatrinin yetmişlerden itibaren mantıksal pozitivizmin sığlığına mahkum kalışının pek çok nedeni var; onları başka yazılarda anlatmıştım. Sadece şunu hatırlamamız yeter: Klasik psikanalizin—dikkatle bakılmadıkça seçilmeyen—belirlenimciliği, baktığına incelediğine kayıtsız kalmayı ilke edinen pozitivizmi hayal kırıklığı yaratınca, psikiyatride Freud ve ardılları gözden düştü. Onun yerini alanlar, indirgemenin ucunun neredeyse fiziğe kadar uzanacağına inananlardı; bunu bilimsel bir ilerleme zannediyorlardı. Örnekleri, Guze, Winokur, Spitzer gibi, perspektifi dar yetkisi geniş hekimlerdir. Hempel-Oppenheim şemasından medet ummaları, psikiyatrik sınıflandırmya yol göstersin diye Carnap’tan yardım istemeleri…  Bilimlerle ilişkisi bilimsel veriye de dayalı olan bir mesleği bilim zannettiklerini gösteriyor. Oysa o yıllarda hızla ilerlemekte olan, teknoloji idi. Yani gereç. Kuram değil, geçerliği sağlam delille gösterilmiş bilgi değil. (O hıza ayak uydurmak neden zorunlu olsun? En gelişkin teknolojiyle deney yapmak her disiplin için ilerleme demek değil ki... Bazen sadece heves, hüsnü kuruntu.)


Kurunun yanında yaş da yandı; psikanalizle birlikte, empatiyi bir gereç olarak işe yaratan, hermenötikten haberdar olan psikopatoloji de unutuldu. (Çoğu kişi haklı olarak Jaspers’i hatırlayacaktır; onun Weber’den psikopatolojiye uyarladığı “anlama-açıklama” ayrımı önemli bir anahtar. Yanı sıra, bakış açıları bugün yeni sayılan kuramlardan eksik olmadığı halde daha az okunmuş olan pek çok psikopatolog var. Aklıma ilk gelen, en güzel yazanlardan Erwin Straus—değeri en az bilinenlerden olduğu içindir belki.)

 

Bugün hızlı bir yükseliş gösteren fenomenolojik psikopatoloji, psikiyatrinin gerek kuramına gerekse uygulamasına çok değerli katkılarda bulunuyor. Ne var ki, bunu bir bilimsel ilerleme olarak mı görmeliyiz yoksa Kuhn’un deyişiyle bir devrim olarak mı, emin değilim. Dahası, kimi yazarların fenomenolojik psikopatoloji kuramlarını oluşturma yöntemleriyle ilgili bazı çekincelerim yok değil. Mesela Parnas ve Zahavi gibi kimi kuramcıların fenomenolojik yöntemi ustalıkla kullanmalarını güncel kategorik sınıflandırmaya felsefi bir eleştiride bulunmamalarıyla bağdaştıramıyorum: Şizofrenide, tıpkı önceki kuramcıların yaptığı gibi (bunlar ister kayıtsız/ampirik yöntemlerle çalışanlar olsun ister kendileri gibi öznellikler-arasını dikkate alan, yoruma dayalı yöntemleri seçenler) bir “çekirdek” arıyorlar. Yani fenomenolojik yöntem dediklerini mülakata ve hasta-hekim ilişkisine uyarlamada eksikleri yok, ama kategori geçerliğini sorgulamıyorlar. Oysa fenomenolojik yöntem, bugün şizofreni denen fenomenin paradigma değişiminden bağımsız olarak, yani bütün paradigmalarda zamanla değiştiğini, kimin neye şizofreni dediğini dikkate almayı gerektirir. Teşhis koyanlar, konanlar, “o zamanlar” teşhis koyanlar ve “o zamanlar” teşhis konanlar arasında kıyaslama yapmayı; çağları, kültürel iklimleri, bunların “normal bilimlerinin” yöntemlerini bir tutmamayı…


Daha işe yarar bir uygulama ve psikiyatri kuramının bugünkü kuraklığına çare olma ümidi verdiği sürece önemli değil; bunun değerli bir açılım olduğu kanısındayım.

 

Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nın 60. yılında, on yıl önceki 50. yıl yazısını fenomenoloji örneğinde genişletmeye çalıştım. Yukarıda kısaca bahsettiğim baskın / ana akım yöntem değişimlerinin, yazarın savına destek niteliğinde olabileceğini düşünüyorum. Bütün bu salınımları, bilimde ilerlemeden ziyade, tıkanmaların ardından gelen “devrimler” [“sıçrama (leap)”, “paradigma kayması (paradigm shift)” ] olarak görmek daha uygun gibi görünüyor bana.

13.02.2022

Tanı ve Kimlik/Kendi-m-lik: Himaye ve Tahakküm

Psikiyatrik tanılar ile kimlik / kendi-m-lik arasındaki ayrım bulanıklaşıyor. Bunda (i) kendisini “azınlık”, “hak arayan” vb olarak tanımlayan grupların, (ii) stigma karşıtı tutumun olumlu olumsuz etkilerinin, (iii) hasta-hekim ilişkisindeki asimetrinin hafiflemesinin, bunların hepsinin rolü var.

Bu sıralar “lived experience” konusunun gündeme gelişi dolayımıyla ve pozitif ayrımcılığın bazen arzu edilenin tam tersi yansımaları olabileceğini tekrar düşününce, eski bir yazımı tekrar koymak istedim bloga. On yılı geçmiş, yazalı; olsun. 


24.10.2011 tarihli yazı

Himaye ile Tahakküm: "Şizofren" "profesör" "hastalığını" ifşa etmiş.

http://www.nytimes.com/2011/10/23/health/23livesside.html?scp=2&sq=schizophrenia&st=cse

“Stigma”nın Türkçe’de aynen kullanıldığı oluyor; “damga” diyen daha çok.

“Stigmatizasyon”dan anlaşılan, fiilin bazen geçişli, bazen geçişsiz hali: 

Hassas, savunmasız, incinebilir (sayıdan bağımsız olarak “azınlıkta”) olanın öznel yaşantısıyla ya da haklarıyla ilgilenenler, bunu daha çok, damgalanma anlamında kullanıyorlar; damgalananın tarafından bakarak: Damgalanmak azınlıktakilere ne ifade ediyor, azınlıktakilerce nasıl yaşanıyor…  Azınlık tanımı geniş, örnek çok: Etnik azınlıklar, özürlüler, ruhsal-zihinsel hastalığı olanlar, fiziksel engelliler, kadınlar, eşcinseller… Tanım sabit değil, çünkü ölçüt tutuma -dolayısıyla döneme kültüre- bağımlı, sınır nesnel değil. Meselâ eşcinsellik birçok kültürde sadece sayıca azınlığa işaret ediyor; hassas bir nüfusa değil. Bunun gibi, eskiden evde okulda sol eline vurulup düzgün yazmaya zorlananlar artık çoğu yerde kimsenin dikkatini çekmiyor.

Bakım, özen, ilgi gerektiren kişiler (bakılanlar diyelim) üzerinde iş tanımı ya da sosyal rolü nedeniyle söz sahibi olanlar (bakanlar) ise, “stigmatizasyon”u damgalama diye anlama eğiliminde. Esenliği için çalıştıkları, sorumlusu ve üzerinde yetkili oldukları kişileri, birileri damgalıyor. Bu kulanımın çağrıştırdığı damgalayıcı, genellikle ne bakan ne de bakılandır; başkası olduğu farz edilir. Kimdir peki?

1. Damgalayan kim?

İşi şu ya da bu biçimde stigma konusuna değen bakanlar, bunun her bağlamda olumsuz bir tutum (yanlış, gayriahlâki, zararlı vb) olduğunda hemfikir olsalar gerek; aralarında “damgalama önemsizdir” diyene rastlamadım. Bakanlar damgalamaya karşı, bakılanlar damgalama olgusundan rahatsız ise, bu sorunun kolay bir çözümü olması beklenmez mi? Doğa felâketi değil ya bu! İnsan tutumu.

2. Damgalama sorunsalı neden mevcut?

İkisine birden bir—cevap olmasa da—açılım sağlamak için, damgalamanın Dışlama ya da Hor görme kadar temel iki bileşenini hatırlatayım: Tektipleştirme ve Kendinden Farklı Görme. Biri sadece bilgi eksikliğiyle bile kolayca oluşabilen bir tutum; diğeri ise daha karmaşık, çünkü değer-duygu yükü olan bir yaşantıya, bir tutuma karşılık geliyor—olumlu ya da olumsuz: Tiksinti ve kaçınmadan, imrenme ve hayranlığa, gene örnek çok. 

İşte bundan ötürü, bu profesörün bir gün artık şizofrenisini açık etmesinin kendisine de şizofreni üstündeki damganın kalkmasına da hiçbir katkısı olmaz, kanımca. Bu kitabı haber edenlerin damgalama eğilimi meselâ, kitabın ifşaat niteliğine takılmalarından belli. 

“Bakın bu hanım şizofreni hastası olmasına rağmen profesör olmakla kalmamış, bir de bunu ifşa edecek kadar cesurmuş meğer” demenin şunu demekten ne farkı var? "Bir şizofreni hastasının profesör olması haber değeri taşıyacak kadar olağan dışıdır." 

Bu haberi, kitabı, damgayı azaltmak için yayıyorlarmış. Profesörlüğün olumlu şizofreninin olumsuz damgalarının koyu olduğu bir kültürde, bu örnek, tanı konmuş kişilere ”bakın, çalışırsanız oluyor, çalışın” demeye gelebilir: Öyle ya, aslında ölçütler dizisinden ibaret olan bu tanımın/tanının doğada karşılığı olan bir fenomen (bir "beyin hastalığı", homojen bir bozukluk) olduğu ilan edilegeldiğinden, başarısı-üretimi eksik olan kişi ya tembel olduğuna ya da hastalığın "kötü seyirli" alttürüne yakalanmış olduğuna hükmedecek. "Tanı"nın sağlamlığından, tutarlılığından kuşku duymak, bakılan (stigmayı taşıyan) için o kadar da kolay değil.   

Bakanlardan biri olarak, böyle saçma girişimlerdense, şizofreni tanımı sorunlu hatalı vs olabilir mi diye düşünmeyi tercih ederim.

...

Düşündüm: Sorunlu, hatalı, teknik ve etik kusuru çok. Bütün tanılardan daha çok. 

Himaye ile tahaküm, bakanlığın özel çaba gösterilmedikçe ayrılması güç iki özelliği.

 

7.01.2022

Big data değerli mi? İşe yarar mı? Nasıl yarar? Don’t Look Up filminin aklıma getirdikleri

 

Big data değerli mi? 

Zor bir soru. Bir bakıma, şu meşhur özgür irade sorusuna benziyor. İnsanı o kadar uzun süredir meşgul ediyor ki artık özel ismi var, “the hard problem”: “Özgür irade var mıdır?” Kolayca evet veya hayır diyemeyenlerin de kaçışı yok, devamı hazır: “İnsanın failliğini (agency) ne derecede, hangi bağlamlarda gerekçelendirebiliriz?”

Benzerlik, şu bakımdan: İkisine de, gerek big data gerekse özgür irade sorularına, ancak soruyla cevap verebiliriz, kanımca: 

- Nasıl olmasını istersin? 

Soruyu sorup soruyla cevap alan benimle ayrıntı konuşmaya yanaşırsa nitel bir mülakata girişip şunları da sorabilmeyi isterim: 

 

Big data değerli olsa mı iyi olmasa mı? 

- Özgür irade vardır diyesin mi var, yoksa tercihin “özgür irade insanın edimlerinin faili olduğu yolundaki yanılsamasıdır, bir mitten ibarettir,” demekten mi yana?

- “Bu tercih değil, benim veriyle ve/veya akıl yürüterek ulaştığım düşüncem, bir vargı (conclusion)” diyorsan, gerekçelendirmeni adım adım anlatır mısın? Neleri dahil ediyorsun iddiana? Deney bulguları (mesela Libet deneyi gibi ampirik araştırma verileri)? Değer seçimlerin? Katışıksız saydığın türden felsefi bir argüman?    

- Büyük verinin ve ona dayalı tahminlerin işe yarama, serbestçe kullanıma girme ihtimali seni ümitlendiriyor mu?

- İşe yaradığına işaret eden bilimsel savlar, veriler hakkında ne düşünüyorsun?

- Ne kadar işe yarar?

- Nasıl yararlı olur?

- Kime yarar? 

 

Mesela tüm genom dizileme gibi teknikler iyice ucuzlayıp herkesin DNA dizilimini elde etmek kolaylaşırsa, insanoğlunun sağlık durumu, yaşamı, belki ölümü hakkında bilgi sahibi olur muyuz? Örnek vermek gerekli, çünkü büyük verinin elde olduğu, olabileceği alanlar, onu kullanma potansiyeli olanlar çok çeşitli. Benim eğitimim tecrübem sağlıkla ilgili olduğundan aklıma ilk gelen genom araştırmaları oldu ama, karşımdaki “hangi alan için soruyorsun?” derse cevap beklemek hakkıdır. Savaş taktiği, para politikası, sağlığa teknolojik destek... Hepsi için cevap aynı olmasa gerek. Sağlık ise, bundan anlaşılan ne? Yaşam kalitesi var, yani her bir kişiye özgü esenlik; bir de işlev düzeyi var, çoğunluk için iyi olan var.  

 

Soranı pişman etmek pahasına devam edebilmek isterim. 

- Büyük veriyi hesaba vurarak yapacağımız tahminin isabetliliği her alanda aynı mı? Bazı alanlardaki isabet nisbeten yüksek olamaz mı? (Bazen büyük veriyle dahi tahminde bulunma olasılığı düşük kalabilir mi?)

Daha da ileri giderek: 

-Ne kadar öngörü iyidir?

Hatta:

- Son sorunun cevabı herkes için aynı olabilir mi?

 

Tıpkı özgür iradeye ilişkin “büyük soru” gibi, “zor problem” gibi, bunların cevabını da pozitif bilim verisine, kanıta, delile dayanarak vermek kolay değil düşüncesindeyim. 

 

Don’t Look Up hakkında üç kişiyle konuşmuşluğum var. İyi tanıdığımı ve beni iyi tanıdıklarını düşündüğüm/bildiğim/hissettiğim üç kişiyle. Birincisi, bilim, para, iktidar, siyasetin ve kültürün bilimsel yöntemi dönüştürmesi üzerine sohbet ederken önerdi filmi; “seyret, ilgini çeker,” dedi. İkincisi, “sana uyar, ayrıca sıkılmazsın bile,” dedi. İkisi de kendilerine, filme, bana, bize ilişkin yaşantılarından yola çıkıyordu. (Tecrübelerinden demedim; çünkü bir işi yapma becerisine hizmet eden ve tekrarla edinilen “tecrübe”yi “yaşananlar”dan ayırmak gerekiyor: Experience, Lived experience.)  

 

Seyrettim; sonra Don’t Look Up bu yazının çıkış noktası oldu. Asıl konum film değil onun aklıma getirdikleri olacaktı, ama film de ister istemez merkezde yer aldı.

 

Büyük veriye ilişkin görüşün, tutumun alana bağlı olabileceğini söyledim ya, yukarıdaki örnekler benim aklıma gelenler. Bugün filmi bitirip hakkında yazılanlara baktıktan sonra, üçüncü arkadaşımla çalışmamızı biritip sohbet ederken aklıma geldi, ona sordum, seyrettin mi diye; “evet,” dedi, “küresel iklimle ilgili tartışmayı getiriyor akla.” 

 

“Ben onu hiç akıl edememiştim,” dedim; “demin okudum, yazanın yönetenin aklında öncelikli olan iklimmiş gerçekten.” O, yorum okumadığı halde anlamış. Benim aklımdan salgın, aşı, veriye bakarak karar verme, kültürün ve aidiyet ihtiyacının bunlar üzerindeki etkisi, kararın çoğunluğu gözeterek alınıp alınmadığı gibi temalar geçmişti halbuki, ama senaryo salgından önce yazılmış: Yazanın yönetenin niyetine ilişkin mutlak kanıt. (“Güçlü delil” demek daha mı doğru ... diyecektim ki vazgeçtim; çok karışacak.)  

 

Nesnel veya nesnel kabul edilen, mutlaka veya çok yüksek olasılıkla doğru (accurate, correct) bilgiye ilişkin tutumların ne kadar çeşitli olabildiğini, insanın değer seçimlerinde, benimsediği tutumda verinin kendisinden başka ne çok etmen olduğunu en aşikar haliyle yakın zamanda, salgın ve aşı konusundaki düşüncelerin/inançların ve takınılan/savunulan tutumların çeşitliliğinde gördük. (Onu anlatmak istemiş olmadıklarının kanıtı var, ama kanıt bu bağlama uyarlanmasına ve yorumlanmasına engel değil.)   

 

“Nasıl olmasını istersin? İşe yaramasını ve serbestçe kullanıma girmesi ihtimali seni ümitlendiriyor mu?” sorularının devamı şöyle—nitel araştırmam yarıda kesilmiş olabilir tabii, olsun, öyle olduysa bile ben kendi kendime devam edebilirim:

 

- Keskin (daha doğrusu, keskinliği yüksek olan) tahminler seni heyecanlandırıyor mu?

- Tahminin insan ilişkisindeki karşılıklılıktan, öznellikten, öznelliklerin etkileşiminden (kısacası, yaşantıdan, anlamlandırılan duyumdan) tamamen arınmış, hesaba dayalı, sayısal lisana dökülebilir olması sana daha “yakın” mı geliyor?

 

Tıpkı renklerin doğada mevcut olanlar (varolanlar, antiteler, ismini hakikaten hak edenler) olmadıklarına dayalı olan bilim savunusunda olduğu gibi, aslında değer seçimlerinin de doğada karşılığı yok. Onları, değer seçiminde bulunan kişinin önceki seçimlerden, edimlerden yola çıkarak tahmin edebilen, hatta hayli keskin tahminlerde bulunabilen teknik donanım ve onu geliştirip başarıyla kullanan kişiler var. Burada başarı ile kasıt, hesaplama ile doğruluk olasılığı 1’e çok yakın iddialar sunabilmek. Ne var ki, bu filmde değer seçimleri birbirinin tam karşıtı olarak sunulan tarafların her ikisi de, aslında safsata olmayan, kolaylıkla şarlatanlık denemeyecek iddialar öne sürüyorlar; seçimlerinde “veri”nin belirleyici rolü büyük. Üstelik her iki tarafın da şaşırtıcı derecede doğru tahminleri var. Tutturma yüzdeleri farklı; zaten bir tarafın tek konuda iki tahmini var, ötekinin çok. Ama daha önemli farkları var. Şuralarda: 

 

Bir, seçimleri veriye ve sadece veriye dayalı değil. O geri kalan etmenler işte, sayıya dökülmesi olanaksız görünenler, öznel olanlar. 


Pekiyi, onlar tahmin edilemez mi? Yani mutlak bir bilinmezlikleri mi var? Yok, tahmin edilebilirler ama, bu tahmin ancak, yukarıda tarif ettiğim tarzda bir “önceki edimden/seçimden çıkarsama yapma” işlemine dayalı olabilir; yani doğruluk olasılığı 1’e yaklaşır, ne kadar yakınsa hesaba dayalı tahminde bulunmayı sevenleri o kadar hoşnut eder. Seçimi yapanla bir ilişki kurup ona doğrudan sorarak öğrenilebilecek olandan, onun onayladığı, böylece sağlaması yapılmış olan ortak anlayıştan farklı bu. Kişiyle birlikte, derinlemesine ele alarak ulaşabileceğimiz ortak anlam, bir olasılık hesabı değil. Mutlak olarak yaşanan/bilinen bir seçim, karar… 


“Ne malum?” sorusu akla gelir burada, elbet gelir: “Burada, bu nitel incelemede yanlış yapılmaz mı? Varılan ortak anlayış yanlışlanabilir türden midir?” Bunun birçok cevabı verildi; burada bunu ayrıntısına girmeyip, yanlışlanabilirlik konusunu başka bir zamana bırakıyorum. Üşenmekten değil, karmaşıklığı asıl demek istediğimi unutturmasın diye. 

 

İkincisi, tarafların gerçeklik bilgisi (vakıa, fact) saydıklarının niteliğiyle ilgili. 

 

Önce benzerlikleri: İki taraf da işlerini yaparken, karar vermeye mecbur kalmadan önceki hallerinde, gündelik sıradanlığın (Heidegger’in “ortalama gündeliklik, average everydayness” dediğinin) içinde bir şeylerle (stuff) uğraşırken, Türkçesi, “ben pratiğimdeyim” diye yuvarlanıp giderken, hakikat (truth, Antik felsefedeki hakikat) ile pek ilgili değiller. Varolanlarla praksislerine dalmış iken varolmaklık üzerine düşünmeleri de mümkün değil, yani onları—gene Heideger’in deyişiyle— ready-at-hand olandan available-at-hand olana hayretle yöneltecek bir olay/yaşantı/gözlem yok ortada. (Kâşifin, keşiften hemen önceki halinde can sıkıntısı açıkça görülüyor;  kâşif, işini bir tekdüzelik hissiyle sürdürüyor.) (Heidegger’in bilimsel tecessüsün available-at-hand olanlarla başladığı fikri bizi yanıltmasın, onun bilimsel araştırma ile kastettiği astronomininki değil elbet; mutlak bilimlerin, baştta fiziğin ilgi alanındaki her şey zaten ready-at-hand olan, uğraştığımız stuff; yani teleskopla çekicin farkı yok.)       


Bizde bir kafa karışıklığı yaratabiliyor bu; filmin akışı taraf seçmek için kışkırtmaya odaklı zaten. Korkunun da devreye sokulmasıyla “tarafımı seçmem lazım, hangisi haklı?” diye düşünmeye başlıyoruz. “Hangisi doğru olanı (reality, fact, accurate information olanı) biliyor?” diye sormak güçleşiyor; tehdit hissiyle, soğukkanlı (disinterested) bir akıl yürütmeden uzaklaşıp haklı olanın hangisi olduğuna karar vermeye [ahlaken daha doğru/uygun olanın hangisi olduğunu seçmeye (düşünmeye? içe bakışa?)] geçiyoruz. (Burada kimi “düşünecek, içe bakacak ne var? Doğru/haklı olan aşikar değil mi?” der, kimi duraksar; bu bağlamda bu fark önemli değil, zaten küçük görünen farkların öneminin altını çiziyorum.)

İddiasız bir ek düşünce; konumuzla doğrudan ilgili değil de yönetmenin/senaristin “hesabıyla” ilgili bir tahmin: Seçimimizi kolaylaştırmak istemiş olabilirler mi? Kolay seyredelim, biraz kafamız karışsa, ahlaki bir ikileme düşer gibi olsak bile patlamış mısır biterken rahatlamış olalım diye sanki, tarafların sevimlilik sevimsizlik nitelikleri neredeyse karikatürize denecek abartılı. Sonunda—büyük ölçüde—haklı çıkanlar (“haklı”? ahlaken uygun? veri doğrultusunda asılgerçeğe ulaşmış olan?) hep yakınlık kurulabilir olanlar. Havalı (cool), güzel, çeşitli arzu dinamikleriyle çok çeşitli kişilerin “hot” diyeceği (hatta açıkça dediği) bilimciler ve onların seçtikleri: Z kuşağına, aile babasına, genç ve geleneksel olmayan entelektüele, Afrika kökenliye, isyankara, dindara, dindar isyankara… hepsine hitap ediyor. Sonunda—büyük ölçüde—haksız çıkanlar hep sevimsiz. “Nerd” olanın Elon benzeri sevimsizi, para ile çok şeyi manipüle edeni, bencil olanı bu tarafta, hem yoz hem tutucu politikacı (gene karakterler ABD ile sınırlı tabii) bu tarafta.

 Daha da ayrıntıya girmek istemezdim ama, dikkatimi çekti, söylemeden geçmeyeceğim: “Nerd”, “Asperger” vb stigmalar yakın zamanda hayli popüler olmuştu, neredeyse “cool” idiler; hep sevimli versiyonlarıyla karşılaşıyorduk. Burada ilk defa gördüm ben: Asperger sendromu için tipik klinik özellik diye bilinenleri gözümüze sokar gibi sergileyen karakter, aynı zamanda kötücüllüğünü de en abartılı biçimde sergileyen. 

 

Farklılıkları? Verili (veya gerçeklik bilgisi, vakıa, fact) saydıklarının farkı? Oradaki fark aralarına çok kalın bir çizgi çekiyor. Aslında iki taraf da nihayetinde bilime ait, nesnel gözleme-hesaba dayalı çalışmakta olduğundan, bu ayrım arada kaynayabilir, kaynamasın: Bir taraf mutlak gözlemden, gördüğünden, dışarıdan bakınca değişmeyecek olan bir antitenin (varolan’ın) gözleminden yola çıkıp sonra hesap yapıyor (“ne zaman çarpacak?”). Zaten dedim ya, onların isabeti tam, çünkü bir mutlak gördükleri var, “dışarıya ait” dersek hatalı olmayacak bir gözlem: Kuyruku yıldız orada; “benim için orada, bana mevcut” ile “orada ve mevcut” ayrımının gerekli olmadığı bir varolan (antite). Bakan (kâşif) ile görülenin, varolan’ın (dışarıda mevcut olanın, antitenin) arasındaki ilişki, öznel yaşantıyı merkeze koymayı gerektirmeyen türden. Kâşifin gökcismine yönelişinin ta kendisi bir yaşantı elbet, ve birçok öznel yaşantı eşlik ediyor olabilir bu yönelişe. Ne var ki, bakıp gördüğünün niteliğine sabit ve evrensel demek hatalı olmaz: Kâşifin gökcismiyle arasındaki ilişki  olup biten konuyla doğrudan ilgili değil. Zaten akran denetiminin (peer review) gerekli oluşunun gerekçesi, tam da bu: Akran denetimi hem mümkün hem makul (akla yatkın, rasyonel): Hata varsa, kâşifin yaşantısı ne olursa olsun var; başka biri daha dikkatlice bakıp o hatayı bulacak. Birincisi bulamasa, akademide adı çıkmış olan şu meşhur “ikinci hakem” bulacak. Bir de hesaplama işlemi var gerçi, ama o, zamana hıza ilişkin, ve karmaşık olsa dahi işlem belleğini zorlamasıyla karmaşık sadece; yoksa salt saf temiz katışıksız fiziğe dayalı. 

Filmde bunu yüzümüze vuran bir ayrıntı, kâşifin keşfettiğini söylerken kurduğu cümlede aslında yeniliğin, keşfin yer almaması; hatta en sıradan sayılanlardan bir vakıa, ama işte aynı zamanda, özneye göre (bunu bilme yaşantılarına tek tek bakacak olursak) belki de en zengin ve çeşitli çağrışımlara yaşantılara köken olabilen, sadece vakıa iken bazen aniden bazen zamanla, ama her zaman dramatik, ürperten, heyecanlandıran, inancı körükleyen, inançsızlığı tetikleyen, masal yazdıran, şiir söyleten, ağlatan, huzur veren, saymakla bitmez yaşantılarla ilişkili olagelmiş bir  fark ediş: “Hepimiz öleceğiz.” (HEPİMİZ ÖLECEĞİZ!) 


Ötekinin veriye dayalı tahmini öyle değil: Veriyi (sterilliğiyle malul olsa bile nihayetinde sayısal, kaynağı sağlam, ve teste tabi tutulabilecek, yanlışlanabilir veriyi) hesaba vurup bunu doğada gerçekleşecek olanı tahmin etmede kullanıyor. Gerçekleşecek olanın kendisiyle tahminin sterilliği arasındaki ayrım: Ürpertici olan bu: “Ne yapacağız?” sorusunu hak eden şeylere ilişkin bu tahminler. “Ne yapacağım?” Tahmin steril, tahminci mekanik, oysa vargının (tahmin edilen olayın/olamın) içeriği, ilgilendirdiği herkes için trajik: Ne yapacağım? NE YAPACAĞIM! 

 

Filme belki Holivud tarzı kalın çizgileri ve kör kör parmağım gözüne üslubundan ötürü burun kıvıran olur, bir şey diyemem. Ne var ki, bana bilimsel yöntemin eninde sonunda gelip değer seçimlerine dayandığını, hatta seçimlerin çoğunlukla yönteme içkin olduğunu düşünmek ve anlatmak için güzel vesile oldu.